Kaybedilen Hayatlar: Yokluğun Mekanı Belgeseli ve 12 Eylül Travması
Gündem

Kaybedilen Hayatlar: Yokluğun Mekanı Belgeseli ve 12 Eylül Travması


21 November 20255 dk okuma1 görüntülenmeSon güncelleme: 21 November 2025

Hayrettin Eren, 12 Eylül döneminde gözaltına alınıp kaybedilen ilk insanlardan biriydi. Onun hikayesi, "Yokluğun Mekanı" belgeseliyle yeniden gündeme geliyor. Belgesel, bir ailenin kuşaktan kuşağa süren adalet arayışını ve o dönemin karanlık izlerini gözler önüne seriyor.

Yokluğun Mekanı: Bir Belgesel, İki Soru

Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada karşılaştığım "Yokluğun Mekanı" (A Place of Absence) belgeselinin fragmanı beni derinden etkiledi. Amerika Birleşik Devletleri'nin en büyük belgesel film festivali DOC NYC'de dünya prömiyerini yapan bu yapımın, Türkiye'de de izlenebilmesini umuyorum. Fragmandaki iki soru, zihnimde aynı semtte ve aynı dönemde geçen iki farklı hikâyeyle yankılandı:

  • Sevilen birinin yokluğu, geride kalanların hayatlarında açık bir yara olarak kaldığında ne olur?
  • Cenaze olmadığında hangi ritüelleri yaratabiliriz?

Bu sorulara cevap ararken, Sinem Sal'ın "Mihrap" romanı ve Faruk Eren'in "Kayıp Bir Devrimin Hikayesi" adlı eserleri bana yol gösterdi. "Mihrap", 1980'lerde Hasköy'de yaşayan bir çocuğun gözünden darbe sonrası değişen hayatları anlatırken, "Kayıp Bir Devrimin Hikayesi" ise Hayrettin Eren'in hayatını ve ailesinin adalet mücadelesini konu alıyor.

12 Eylül'ün İzleri: Kayıp Bir Kuşağın Hikayesi

Hayrettin Eren, tıpkı "Mihrap" romanındaki Ertan Abi gibi, Hasköy'ün devrimci abilerinden biriydi. İkisi de gözaltına alındı ve kaybedildi. Ancak Hayrettin Eren, kurmaca bir karakter değil, gerçek bir insandı. Onun hikayesi, 12 Eylül darbesinin sadece siyasi değil, aynı zamanda insani bir trajedi olduğunu da gösteriyor.

Faruk Eren'in kitabında, 50'li yılların sonlarından günümüze kadar bir semtin, bir kuşağın ve bir ülkenin tarihi Eren ailesinin yaşadıkları üzerinden aktarılıyor. Kitap, o dönemde gençlerin idollerinin Che Guevara ve Mahir Çayan olabildiği, ilişkilerin daha saf ve çıkarsız olduğu bir dünyayı resmediyor. 68 kuşağının devrimci dalgasından etkilenen Hayrettin Eren ve arkadaşları için, politik sohbetler hayatlarının önemli bir parçası haline geliyor. Ancak bu durum, 12 Eylül darbesiyle birlikte tamamen değişiyor.

1977'deki Kanlı 1 Mayıs'la beraber sosyalistler için radikalleşmek dışında bir çare kalmadığını, faşistlerin ev taramalarını, Devrimci Yol'dan Devrimci Sol'a geçişi, ev baskınlarını, Migros kamyonlarının kaçırılıp yoksul mahallelerde gıda dağıtılmasını, karakol baskınlarını... Bütün bu olaylar, Eren ailesinin hayatını derinden etkiliyor.

Hayrettin Eren'in 21 Kasım'da gözaltına alınmasıyla birlikte, ailenin adalet arayışı başlıyor. Ancak devlet kurumları, Hayrettin Eren'in gözaltına alındığını inkar ediyor. Aile, faşizm koşullarında elinden gelen her şeyi yapıyor. Kenan Evren'e dilekçe göndermek de bunlara dahil. Bu süreç içerisinde kapı duvar yargı kurumları ve yozlaşmış yargı mensupları ile muhatap oluyorlar.

Cumartesi Anneleri: Kayıpların Peşinde

1982'de Faruk Eren'in tutuklanmasıyla birlikte, anne Elmas Eren Metris Cezaevi önünde mücadele eden annelerden biri oluyor. Metris önündeki annelerin ve ailelerin mücadelesi İHD ve TAYAD'ı doğuruyor. Faruk Eren tahliye olduktan sonra, 1995'in Kasım'ında ilk kez anne-oğul Galatasaray Lisesi önünde diğer kayıp aileleri ile, Cumartesi Anneleri ile buluşmaya gidiyorlar.

Cumartesi Anneleri, 12 Eylül darbesi ve sonrasında kaybedilen yakınlarının akıbetini öğrenmek için her hafta Galatasaray Meydanı'nda toplanan ailelerden oluşuyor. Onların mücadelesi, Türkiye'deki insan hakları hareketinin önemli bir parçası haline geldi. Ancak, aradan geçen yıllara rağmen, kayıpların akıbeti hala aydınlatılabilmiş değil.

Hayrettin Eren'in gözaltına alındığı dönemde İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Balcı'ydı, Siyasi Şube Müdürü Tayyar Sever'di, Siyasi Şube Müdür Yardımcısı Mehmet Ağar'dı, işkence yapan timin şefi ise Fikret Işınkaralar'dı. Bu isimlerin hiçbiri, Hayrettin Eren'in kaybolmasıyla ilgili sorumluluk üstlenmedi.

Vehbi Koç'un 12 Eylül'den sonra Kenan Evren'e yazdığı mektup, darbenin kimin için ve kime karşı yapıldığını açıkça gösteriyor. Koç, mektubunda "yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir" gibi talimatlar veriyor ve emrine amade olduğunu söylüyor. Hayrettin Eren ve o dönemde gözaltında kaybedilen diğer devrimcilerin mahkemeye çıkmaya dahi imkanları olamadı.

Aradan geçen 45 yıla rağmen, Eren ailesi hala Hayrettin Eren'i arıyor. Onların adalet arayışı, Türkiye'deki kayıp yakınlarının mücadelesinin sembolü haline geldi. "Yokluğun Mekanı" belgeseli, bu mücadeleyi ve 12 Eylül'ün karanlık izlerini bir kez daha hatırlatıyor.

21 Kasım 1980'den bu yana geçen 45 yılda Eren Ailesi hala Hayrettin Eren’i arıyor. Çoğumuz, o gün doğmamış olanlarımız dahi, kaybettiğimiz, sanki hiç bizim olmamış neşeli günlerimizi arıyoruz. Yine bir kısmımız (büyük bir çoğumuz demek istesem de),inatla, onu tanısa da tanımasa da Hayrettin Eren’in düşlediği ülkeyi arıyor.